Eylül Esintisi - Alya Karakterinde Melisa Sözen

Alya Karakterinde Melisa Sözen

Televizyon dizisi izlemeyi bırakalı uzun yıllar olmuştu ancak bir dostum ısrarla iki dizi tavsiye edince izlemeye karar verdim.

İki dizinin de senaryosu psikiyatr dr. Gülseren Buğdaycıoğlu'nun gerçek hayat hikayelerinden derleyip yazdığı kitaplarından uyarlanmış. Bunlardan biri Safiye'nin hikayesinin ön plana çıktığı "Masumlar Apartmanı" diğeri ise psiko-terapi seanslarını konu alan "Kırmızı Oda" adlı dizi.

İki diziyi de izlerken pekişmesi amacıyla ilgili kitapları da alıp okudum (1)

Kırmızı Oda adlı dizide yer alan Alya'nın hazin hikayesini izlerken ilk söylediğim şey şu oldu;

"Ben bu yüzü bir yerden tanıyorum, bu gözler bana aşina ama nereden!" 

Hikayedeki depresif ve hırpani halinden bir anda kim olduğunu çıkaramasam da oyuncu kadrosunda adını görünce hemen hatırladım.

Bu benim oyunculuk gücünü çok taktir ettiğim ve ışık saçan yüzünü çok beğendiğim sanatçı Melisa Sözen'di.

Yıllar önce onu "Bıçak Sırtı" adlı tv dizisinde izleyince çok beğenmiştim (2)

O zaman da aynı sözler dökülmüştü dudaklarımdan;

"Ben bu yüzü bir yerden tanıyorum ama nereden!"

Sonra izledikçe bu hüznü ve mutluluğu çok iyi yansıtan gözlerin, bu ışık saçan auranın  Audrey Hepburn'e ne kadar benzediğini fark etmiştim.

Aynı duru güzellik, aynı zarafet, aynı masum ifade, aynı naif duruş...

Hani derler ya;

"Bazı ruhlar evvelden aşinadır birbirine..." diye,

Benim için de öyleydi! Böylece Audrey Hepburn sevgisine Melisa Sözen sevgisi de eklendi...

 

Fransızların deyişiyle;

"Her insan bir hikaye..."

Alya'nın ki ise çok trajik bir hikaye...

Onu canlandıran Melisa Sözen rol yapmıyor adeta yaşıyor...  

Tek kelime ile muhteşem.

Kesinlikle iyi bir ödülü hak ediyor.

Alya bir dizi vukuattan sonra kırmızı odaya kabul edildiğinde saçındaki kırmızı saç tokası ile çocukluğuna giden kapı aralanır. Alya babası hapisteyken doğar ve babası hapisten çıktığında 7 yaşındadır. Babası ile ilk tanışmasını şöyle dile getirir;

"Kocaman elleriyle şöyle bir başımı okşadı... sonra tokayı saçıma taktı... Canım çok yandı çünkü tokayı takarken saçlarımın çoğunu kopardı... Olsun, yine de bana dokunmuştu..."

Alya'nın hikayesi tüm ailenin bir arada yaşadığı büyük ve kalabalık bir konakta geçer (3) Konakta başköşeye kurulup kaşıyla gözüyle emirler yağdıran babaanne Esma Sultan tam bir hanım ağadır. Herkes etrafında pervane döner. Alya ise bu kalabalık konakta yapayalnızdır. Ne anne-babası onunla ilgilenir ne de diğerleri onu umursar. Kimse onunla doğru düzgün konuşmaz. Hep dinleyici ve izleyici konumunda kaldığından konuşması sorunludur (4) Sürekli suçlanır, babaannesin ona taktığı "çiçi baş" ve "maraz kız" lakabı ile aşağılanır. Hizmetçiler bile onu itip kakar. Kimsenin sevmediği ve sahip çıkmadığı Alya onca varlık içinde bir yetim gibi büyür.

Oysa her çocuk

Dikkate alınmaya,

Kabul edilmeye,

Sevgi ve şefkat görmeye,

Başının okşanmasına ihtiyaç duyar.

Alya'nın bu en temel ihtiyaçları hiç karşılanmaz. Sürekli dışlanma ve hor görülme onun ruhunda derin yaralar açar. Dünyaya gelmekle herkesi mutsuz ve perişan ettiğine inanır. Büyük bir sevgi açlığı çektiğinden ve derin bir güvensizlik duyduğundan yetişkin olduğunda bile sürekli insanları sınar, kızdırır, sınırlarını zorlar ve sabrını taşırır. Terapiye karşı oldukça dirençlidir. Terapisti ona masal ve hikayelerle ulaşır çünkü çocukluğunda kimse ona masal anlatmamıştır. Tüm sinir bozucu davranışlarına rağmen Alya iyileşmek için can atar.

Alya'nın annesi Süreyya çok güzel bir kadındır. Esma Sultana saygıda ve hizmette kusur etmez adeta onun kulu kölesi olur fakat oğlu onun rızasını almadan Süreyya'yı konağa gelin olarak getirdiğinden ağzıyla kuş tutsa da hanım ağaya yaranamaz. Hanım ağa ne onu ne de ucube çocuğunu benimsemez.

Alya'dan önce annesi üç erkek çocuk doğurur ve üçü de kırkını doldurmadan ölür. Alya kendi doğumu ile ilgili duygularını şöyle dile getirir;

"Sonra ben doğmuşum... Sıçan gibi, kara kuru, çirkin bir kız! Kimse ilgilenmemiş benimle. Nasıl olsa bu da ölür demişler.. ama topaç gibi oğlanlar ölürken ben yaşamışım. Adımı ben 4 aylık olunca koymuşlar."

Annesi Alya'yı kocası hapisteyken doğurduğundan memlekette dedikodular da alır yürür;

"Ana güzel, baba güzel.. bu kız kime çekmiş.""

" Baba hapiste öyleyse bu çocuk kimden peydahlanmış..."

Annesinin nazarında Alya'nın tek kusuru sadece çirkin olması değil aynı zamanda dünyaya bir kız çocuğu olarak gelmesidir. Alya'nın annesinin kişiliği gibi geçmişi de karanlık. Alya terapide gelinlerin tek başına konaktan dışarı çıkmasının yasak olduğunu söylüyor. Baba hapiste olduğundan ister istemez akla bu çocuk kimden sorusu geliyor! Alya annesinin güzelliği ve dik duruşuyla konakta kıskançlığa yol açtığını, amcalarının özellikle ortanca amcasının annesini gizli gizli seyrettiğini vurguluyor. Aile içi ensest bir ilişki mi söz konusu yoksa İstanbul'dan konağa gelin gelen Süreyya bir hayat kadını da peşini bırakmayan bir belalısı mı var? Burada bir sis perdesi hakim (5) Alya annesi ile ilgili  terapiste yaptığı açıklamada bu noktaya da değiniyor;

"Annemle ilgili herkes kafasında başka türlü bir hikaye yazmıştı...çünkü kim olduğu gerçektende belli değildi... Bir ailesi, ona sahip çıkan yakınları yoktu annemin...  Zaten Türkiye'ye yıllar önce suyun öte yakasından gelmişler... Arnavut kökenliymiş annem..."

Kuzguna bile yavrusu güzel gelirken, Alya'nın dünyaya gözlerini açtığı anda sırf çirkin bir kız çocuğu olduğu için annesi tarafından reddedilmesi ne hazin! Buna rağmen Alya çok zeki ve güçlü bir kız, konağın kuytu köşelerine sinerek ve kitaplara sığınarak kendine özgü bir dünya yaratmayı ve ona sıkıca tutunmayı başarıyor.

Alya terapide içini dökmeye başladıkça aslında annesinin ağır bir psikolojik rahatsızlığı olduğu açığa çıkıyor. Alya'nın babası da yetişkin olmayı başaramamış, alkolik, kavgacı ve kumarbaz bir adam. Alya "serseri ruhlu" dediği babası ile ilgili ciddi bir itirafta bulunuyor;

" Babam zaten ayyaşın tekiydi... her akşam kafayı çekerdi... Ama bugün varsam... yaşıyorsam... yine de bunu o ayyaşa borçluyum... çünkü anneme kalsa çoktan öldürürdü beni."

Günün birinde Esma Sultan büyük bir törenle hamamda onu yıkayan gelini Süreyya'nın sabrını taşırınca olanlar olur. Kapı ağzında elinde havluları tutarak bekleyen Alya, gelin-kaynana kapışmasına tanık olunca korkudan donup kalır. Kopan gürültü üzerine tüm konak sakinleri hamama doluşur. O kargaşada Alya'nın parmağı şuursuzca annesini işaret eder. Esma Sultan üç gün sonra hastanede can verince tüm aile onun ölümünden Süreyya'yı sorumlu tutar. Bir tek kocası inanmaz Süreyya'nın böyle bir şey yapacağına ve hapisten çıkınca psikolojisi iyice bozulan eşini ve kızını alıp konağı terk eder. Ankara'ya taşınırlar (5) Gene büyük bir konakta Alya'nın yaşamı korku filmi gibi sürer.

Böylece Alya'nın devamlı paçavraya sarılı, yara bere içindeki işaret parmağının sırrı da açığa çıkar. Olayın tek görgü tanığı olan o işaret parmağı annesinin katil damgası yemesine neden olduğundan Alya tarafından cezalandırılır.

Terapistin Alya'nın en derindeki yarasına ulaştığı sahnede annesinin banyoda onu iple bir sandalyeye bağlayıp gözleri önünde kendini asmasına tanık oluruz. Anne kendini öldürürken aslında kızının da ruhunu öldürür. Büyük bir düşmanlıkla onu lanetler; 

"Esas oğullarım öldü, sen de öleceksin..."

Alya bu trajik sahneyi yaşadığında sesi değişir ve annesinin ses tonu ile konuşmaya başlar;

"yaşadığın sürece sen, ben olacaksın.. Sen yoksun artık..."